Soru Cevap Dizini      

001  "HAKSIZLIK OLMUYOR MU? "


Soru: Binlerce insana zulmeden Saddam, idam edilirken kelime-i şehadet getirerek öldü. Yani sonunda cennete gidecek. Diğer yandan kul hakkını gözetip sürekli iyilik yapan bir ateist, o durum üzere ölse sonsuz olarak cehennemde kalacak. Bu, haksızlık olmuyor mu?

Cevap: Hayır, haksızlık olmuyor.

Bir olguda haksızlık olup olmadığını anlayabilmek için önce Hak ve Adalet kavramlarının ne anlama geldiğini iyi anlamak gerekir.

"Hak", gerçek ve doğru olanın kendisi, "Adalet" de yapılan uygulamanın bu gerçeğe (hakka) uygun olmasıdır.

Bu iki kavram, gerçekte, "düzen" kavramıyla çok yakından ilgilidir.

Düzen kavramı üzerinde daha önceki yazılarımda durmuştum. "Düzen"ler özetle, bir "düzen kurucu" tarafından oluşturulmuş, birimleri ve altbirimleri yapılandırılmış, birimlerarası ilişkilendirme ve iletişimi düzenlenmiş, enerji ve destek hizmetleri sağlanmış, bakım, onarım ve koruması belli esaslara bağlanmış, çalışma kuralları belli organizasyonlardır. Kuşkusuz böyle bir düzen üzerindeki tasarruf yetkisi de, hiçbir kayda bağlı olmaksızın, o düzenin kurucusu ve sahibi olan kişi üzerindedir.

Kuşkusuz en güzen düzen, Yaratan'ın yarattığı ve çekip çevirdiği "ilahi düzen"dir ki bu düzen üzerindeki her türlü tasarruf yetkisi de, hiçbir kayda bağlı olmaksızın, onun sahibi ve kurucusu olan Allahü Teala'nındır. Allahü Teala, tüm maddi ve manevi alemlerin yaratıcısı, sahibi, düzenleyicisi ve çekip çeviricisidir. Yarattıkları üzerinde de tam bir hüküm, yetki ve egemenlik sahibidir.

Yüce Allah, çeşitli düzen ve sistemler oluşturduğu gibi, O'nun yeryüzündeki halifesi olan insan da, kendisine ihsan edilmiş olan bir takım ilahi meziyetlerle yeryüzünde duzenler kurmakta ve onları çekip çevirmektedir. Bunların en basitleri, aileler, dernekler, şirketler; en karmaşıkları da devletler ve uluslararası organizasyonlardır.

Hak ve adalet kavramları, gerçekte, yeryüzünde çok büyük zahmetlerle, büyük çabalar ve enerjiler harcanarak kurulan bu düzenlerin korunması ve devamlılğının sağlanmasına yönelik bazı kavramlardır. Bir başka ifade ile "Hak", düzeni ve onun birer gerçek olan kanun ve kurallarını, "adalet" de düzen içinde yapılan işlerin bu kurallara uygunluğu anlatmaktadır.

Konunun daha iyi anlaşılması için şimdi somut bir örnek vermek istiyorum. Örnek olarak Henry Ford tarafından kurulan, Ford firmasını ele alalım. Bu firmanın kurucusu olan Henry Ford, işe basit bir atelyeden başlayarak bir işletme oluşturmuş, işleri kurumsallaştırmış, büyütmüş, yıllarca emek vererek kurduğu düzeni uluslararası bir düzeye getirmiştir. Şimdi bu kurulan düzenin, tamamen kendine has çalışma prensip ve kuralları vardır. Diyelim ki bu kurumun Türkiye'de bir birimi faaliyete geçti. Bu birimin yöneticisi, müessesenin kurallarına uyarak o müessesede çalışmayı kabul eden bir Türk mühendisine kurumun kurallarına uygun çalışma şartları sağlar ve ücretini de sözleşmesinin şartlarına uygun öderse "adalet" ile hareket etmiş olur. Ama bu yönetici, sözleşme kurallarına uymaz, eksik aylık öder, ya da o mühendisin vadedilen sosyal haklarında kısıntılar yapar ise, ona "haksızlık" etmiş olur. Aksine o Türk Mühendis, kuralları ihlal eder, mesela 8 saat çalışacağı yerde, hileli yollara başvurarak 5-6 saat çalışırsa, o da firmaya karşı haksızlık etmiş olur.

Görülüyor ki Hak (gerçek ve doğru olan), bir düzenin kanun ve kuralları, Adalet de yapılan işin bunlara uygun olmasıdır.

Devlet yapısı da, millet adına her türlü tasarrufun gerçekleştirildiği büyük bir "düzen"dir. O devletin tebaası olmayı kabul eden herkes bu düzenin bütün kurallarına uymayı kabul ve taahhüt etmiştir. O sebeple bir yargıç, devletin düzgün şekilde işlemesi için tesis edilmiş bir kanunu veya kuralı hiçe sayıp insanların mallarını gasp eden, insanların bedenlerine ve sağlıklarına zarar veren, yasak olduğu halde kapalı yerde sigara içen veya yasak olduğu halde kırmızı ışıkta geçerek trafiği aksatan birine, kanunlarda belirtilen cezayı verdiği zaman haksızlık etmiş olur mu? Elbette hayır... Aksine adaletle hareket emiş ve bir zulmü önlemiş olur. Çünkü kişinin o hareketi düzenin (devlet çarkının) doğru işlemesini aksatmakta, başka insanların düzen içinde huzurlu bir şekilde yaşamasına engel olmaktadır.

İlahi hak ve adalete gelince: Burada da aynı şeyler geçerli olup ilahi düzenin kuralları hak, bunlara uygun hareketi sağlamak adalettir. Yeryüzünde insanlar eliyle kurulmuş bulunan düzenlerden farklı olarak Allahü teala, insanları, kendi akıl ve iradeleri ile, kurduğu ilahi düzenin kurallarına uyup uymamaları konusunda serbest bırakmış, fakat gönderdiği elçileri vasıtasıyla kurallarını beyan etmiş, bu kurallara uyanlara veya uymayanlara nasıl bir muamele yapacağını açıkça bildirmiştir. Bu ilahi düzenin kurallarının en başında da düzenin yaratıcısı, sahibi ve çekip çevirisici olan Allahü Teala'nın tanınması, O'nun varlığının kabul ve tasdıki gelmektedir. Bunun da sebebi, insan için bir rahmet olan, insana hayır ve iyilik sağlayan bütün diğer kurallara uyulmasının "iman şartı" dediğimiz bu ana kurala bağlı olmasıdır. "İman" adı verilen bu temel düstur yönünden herhangi bir mazeret öne sürememesi için de insana "akıl" gibi diğer hiçbir canlıda olmayan üstün bir idrak yetisi verilmiştir. Nitekim akıl ve bilinçten yoksun insanlara herhangi bir yükümlülük yüklenmemiştir. Hadis-i şerifte:

"Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan, buluğa erinceye kadar çocuk ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar deli" (Tirmizî, Dârimî) buyruldu.

Ayrıca kendilerine, "düzen", "düzenin yaratıcısı" ve "onun kuralları" konusunda bir bilgi ulaşmayan kişilere de herhangi bir yükümlülük yüklenmemiştir. Ayet-i kerimelerde:

"Biz peygamber göndermedikçe kimseye azabetmeyiz." (İsra, 15)

"Allah, bir milleti doğru yola eriştirdikten sonra, sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça, sapıklığa düşürmez." (Tevbe, 115)

"Rabbin şehirlerin anasına, onlara ayetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe onları yok etmiş değildir. Zaten Biz yalnız, halkı zalim olan şehirleri yok etmişizdir." (Kasas, 59) buyruldu.

Ayrıca kurallar konulurken kimseye güç yetiremeyeceği yükümlülükler de yüklenmemiştir.

"Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler, ..." (Bakara, 286)

Halbuki insanlar kendi kurdukları düzenlerin korunması konusunda o kadar katıdırlar ki o düzen içinde yaşıyanların kuralları bilip bilmemelerini bile hiç dikkate almazlar. Herkes kuralları otomatik olarak biliyor sayılır. Birisi suç işlediği zaman o kişinin, "benim bu kanundan haberim yoktu" demesi, asla mazeret sayılmaz.

Ayrıca insanların kurdukları düzende konulan kurallar bazen yanlış ilkelere dayanır. O sebeple de toplumsal huzursuzluklar çıkar. Halbuki ilahi düzen, sonsuz ilim sahibi bir ilahın yaratmasıdır. Onda hata söz konusu değildir. Bilakis onun her kuralı, yaratılışın temel özellikleriyle tam bir uyum içinde olduğundan, uyulan her kural, ister bir kişi olsun ister bir topluluk olsun, kendisine tabi olanı, mutlu ve huzurlu kılacak şeklde konulmuştur. O sebeple uyanlar dünyada mutluluğu yakaladıkları gibi ahıret hayatında da mutlulardan olurlar.

İlahi düzende bütün kuralların anası ve temeli olan düzen kurucunun kabul ve onaylanması (yani Allah'a iman) şartı da, gerçekte, birçok kişinin sandığı gibi insanın hür ve bağmsız iradesini kısıtlayan bir baskı unsuru değil, aksine insanı nefsinin esaretinden kurtaran ilahi bir rahmettir. Çünkü kural koyucu olan Allahü Teala, sameddir, ihtiyaçsızdır. İnsan gibi çevresindekilerden bir övgü ve alkış alabilmek için her türlü zavallılığı yapan aciz bir yaratık değildir. Aksine hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, insanın da, onun her türlü gereksinmelerinin de yaratıcısıdır. Bir kutsî hadiste:

"Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören düşmanım gibi olsanız, ilahlığımdan bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız."

buyruldu.

Şimdi bir de insana bakalım. İnsan, Allahü tealanın yarattığı ilahi bir düzen içinde, onun bir unsuru olarak yaşar. O, yaşamını sürdürebilmek için bu düzenden birçok şeye muhtaçtır. İhtiyaç duyduğu her şeyi, bu ilahi düzen içinden sağlar. Bu ilahi düzenin, kendisine zevk ve keyf veren her türlü nimetlerinden yararlanır. Ancak rabbinin rahmeti ve her şeyin ongun bir fitratla yaratılmış olması sebebiyle, ne kendi bedenindeki ve ne de çevresindeki birçok ilişki, iletişim ve etkileşim mekanizmalarının kendisi için ne kadar önemli olduğunun hiç farkında bile değildir. Halbuki birkaç nefes oksijen alamasa, hadsiz hesapsız sıkıntılara maruz kalacaktır. Sadece eneji oluşum mekanizmasındaki bir koenzimi işlevini yapmasa, soğuktan tir tir titreyecektir. Nörotransmitterlerinden bir tanesi yeterli üretilemese, stresslere girecek, aptallaşacak, hayatı kayacaktır. Sindirim enzimlerinden biri olmasa, aldığı besinler sindirilemiyecek, mide barsak rahatsızları için hastane hastane dolaşacaktır. Bir hormonu çalışmasa, o hormonun kontrol ettiği mekanizmalar duracak, hayatı alt üst olacaktır. Şimdi bir nefeslik gücü olan bu aciz insanın, büyüklenerek, Rabbi tarafından kendisine bu konudaki her türlü bilgilendirmeler yapıldığı halde, kendisinin ve içinde bulunduğu ilahi düzenin yaratıcısı, sahibi ve çekip çeviricisi olan Yüce Allah'ı tanımayıp reddetmesi haksızlıkların en büyüğü değil midir? Ki merhametlilerin en merhametlisi olan Ulu Yaratıcı, kendisine inanılarak tek ilah olarak kabul edildiğinin sözle bir kere ifade edilmesini bile ebedi bir cennet hayatıyla ödüllendirmektedir. Hadis-i Şeriflerde:

"Benim ve diğer Peygamberlerin dediği en üstün şey, La ilahe illallah sözüdür." [Tirmizi]

"Amellerin kıymetlisi La ilahe illallah demektir." [Hakim]

"Kimin en son sözü Lâ ilâhe illallah olursa cennete gider." (Ebu Dâvud)

"İhlasla La ilahe illallah diyen Cennete girer. İhlasla söylemek, söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır." [Taberani]

"La ilahe illallah diyene, işlediği günahlardan dolayı kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur." [Buhari] buyruldu.

Hadis-i Kudsîde de:

"Beni bir gün hatırlayan ve bir defa benden korkanı cehennemden çıkartırım." (Tirmizi) buyruldu.

Yaratan'ın ve O'nun sevgili elçisinin bu kadar açık beyanları ve hoşgörüsüne rağmen, nefsini ilah edinerek Rabbine karşı kibirlenen ve O'nu yalanlayıp kabul ve tasdik etmeyenden daha zalim kim olabilir.

İşte onun için burada herhangi bir haksızlık yoktur. Noksan bütün sıfatlardan münezzeh olan Yaratan, hiç haksızlık yapar mı?

"Allah kullara asla zulmetmez." (Al-i İmran, 182; Enfal, 51)

"Allah, kullarına karşı zalim değildir." (Hacc, 10; Fussilet, 46)

"Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler." (Yunus, 44)

Saddam'ın yaptıklarına gelince; o elbette cezasını çekecektir. Hüküm, Allah'ındır. Boynuzsuz koçun hakkını boynuzlu koçta bırakmayan ilahi adalet, hiç, bir kimsenin hakkını başka bir kimsede bırakır mı?

Allah'a emanet olunuz.

Dr. İsmail Ulukuş


EkleBunu Sosyal Paylaşım Butonu


Bu sayfayı basmak için tıklayın