033  En büyük ibadet


Pek Değerli Kardeşim,

Zamanının en değerli ruhbilimcilerinden biri olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin de belirttiği gibi, Allahü Tealâ'ya karşı duyulan sevgi, muhabbet ve tutku öyle bir hastalıktır ki, diğer bütün dertlerin devası ondadır. Çünkü Allahü Tealâ'ya karşı duyulan bu sevgi, "imanın nuru"dur. Bu nur arttıkça, "iman" kuvvetlenir. İman pekiştikçe de, kişi, nefsinin heva ve arzularına dayalı tutku ve bağımlılıklardan kurtulur. En büyük esaret olan, "benlik" zincirlerini kırmaya başlar. Yavaş yavaş bencillikten kurtularak "benmerkezli" kişiliğinin ötesine geçmeye başlar. Kendi dışında başka değerlerin de var olduğunun farkına varır. Kendinden başka hiçbir şeye değer ve önem vermezken, kendi nefsinin arzu ve heveslerinden başka hiçbir şey düşünmezken, kademe kademe, kendi nefsî hayal kurgu dünyasını yıkarak yeni gerçeklikler keşfetmeye başlar. En önemlisi de kendi nefsinin kendisine neler yaptığının birer birer farkına varmaya başlar. Bu, adım adım nefsini tanımak, Rabbini tanımak demektir. Bu durum kişinin gafletten kurtuluşunun başlangıcıdır. Buna tasavvufta "yakaza hali" denir.

"Yakaza" hali, mânâ körlüğünden kurtulup mânâ gerçekliklerini (Hakk'ı) gören bir uyanıklığa geçiş halidir. Uyur uyanık bir insan, gerçek alem ile nasıl bir ilişki içinde olursa, yakaza halindeki bir insan da mânâ gerçeklikleri ile işte öyle bir ilişki içinde olur.


# Nefsinin hevasını ilah edinenin durumu...

Benliğinin tutsağı olmuş kalbi gafletteki insan, her ne kadar Allah'a inandığını söylese de sen onun sözlerini biraz ihtiyatla karşıla. Çünkü onun gerçek ilâhı, nefsinin tutkularıdır. Allahü Tealâ, böyle insanlar için:

"Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?" [Furkan, 43]

"Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?" [Casiye, 23]

buyuruyor.

Böyle kişiler, Allah rızasına uygun işlerle, nefsinin tutkuları arasında bir tercihe zorlanırsa, daima nefsinin arzularına tabi olmayı tercih ederler. Ancak kalbinde Rabbine karşı olan muhabbeti artarak imanı olgunlaştıkça bu durum tersine dönmeye başlar. Fakat değerli kardeşim, sakın ola ki, Allah'a inanıyorum diyen hiçbir insanı, bu gafil haline bakarak, hor görmeye kalkma! Çünkü Ulu Allah'ın rahmet şemsiyesi, kalbinde zerre kadar iman olan herkesi kapsayacak kadar geniştir. Ayet-i kerimede:

"Bedeviler: "İnandık" dediler, de ki: "İnanmadınız ama İslam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez; doğrusu Allah, bağışlar, merhamet eder." [Hucurat, 14]

buyruldu.

Görülüyor ki iman henüz kalbine tam olarak yerleşmemiş olsa da Allah'a ve Peygamberine itaat eden herkes, Allahü Tealâ'nın bu hadsiz hesapsız rahmetinden yararlanır. O sebeple işlediği günahlara bakarak hiç kimsenin imanını muaheze etmeye kalkma. Hüküm Allah'ındır. Sen Rabbine yakın olmaya ve O'nun rızasını kazanarak kendini kurtarmaya bak! Önce kendini kurtar ki başkalarının kurtuluşuna da vesile olabilesin...


# Gafletten kurtulmanın yolu, Allah'ı çok hatırlamaktır

Değerli Kardeşim, kuşkusuz, bir insanın başına gelebilecek felaketlerin en büyüğü, kendi yaratıcısından ve yaşatıcısından gafil olmaktır. Böyle durumdaki bir kişi; yaşaması ölmesi, dünyası ahıreti, yükselişi alçalışı, zenginliği fakirliği, güzelliği çirkinliği, iyiliği kötülüğü, esenliği hastalığı, kısaca kendi varlığı ve kendi hayatı ile ilgili herşey Rabbinin kudret elinde olduğu halde, bunları görmez de, varlıkları Allahü Tealâ'nın onları ayakta tutmasına bağlı diğer bir takım aciz ve güçsüz şeylerde bazı güç ve kuvvetler olduğunu sanır. Sebepleri görür de sebeplerin sebebini görmekten gafil olur. Halbuki Allahü Tealâ'nın iradesi olmadan evrende tek bir yaprak bile yerinden oynayamaz.

Bu gafletten kurtulmanın en önemli yöntemi ise Kur'an okuyarak Rabbinin sözlerine kulak vermek ve Rabbini çok anmaktır. Hadis-i şeriflerde:

"Kur'an ve zikir, tıpkı suyun otu büyütmesi gibi, kalbde imanı büyütür." [Ramuz el-Ehadis]

"Herşeyin bir cilası vardır; kalbin cilası da Allahü teâlâyı anmaktır." [Beyheki]

"Allah'ı zikredenlerle etmeyenlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir." [Buhari]

buyruldu.


# En büyük ibadet, Allah'ı anmaktır

Değerli Kardeşim, önceki yazılarımda bir şeyle birlikte olmanın ve bir şeyi sık sık hatırlamanın o şeye karşı farkında olmadığımız manevî bağlar oluşturarak ona doğru bir "kalbî yakınlık" hasıl ettiğini belirtmiştim. Hatta bu hatırlamaların sürekli tekrarlanması halinde, bu kalbî yakınlıkların, zamanla, "kalbî tutkular" haline dönüştüğünü söylemiştim. Bu, insanın fıtratında olan bir özelliktir. Tamamen doğaldır. Sevdalıların, oyun tutkunlarının, metallica tutkunlarının, spor fanatiklerinin o hale nasıl geldiklerini hatırlayın...

Allah sevgisi ve tutkusu ise, diğer bütün zararlı nefsî tutkuları kontrol altında bulunduran bir hayır ve iyilik kaynağıdır. Diğer bütün nefsî tutku ve bağımlılıklardan kurtulabilmemiz, ya da hiç değilse onları denetim altına alabilmemiz için, kalbimizdeki Allah sevgi ve aşkını bir tutku haline getirmemiz gerekir. Bunun da yolu, yukarıda belirttiğim gibi, Yaratan'ın sözlerine kulak vermek ve O'nu çok hatırlamaktan geçmektedir. O sebeple, Rabbimiz ve O'nun pek değerli elçisi Peygamber Efendimiz, insanların Kur'an okumasına ve Allah'ı anmalarına (zikre) çok büyük bir önem atfetmişlerdir. Özellikle "zikir" üzerinde çok durulmuştur. Öyle ki Rabbimiz Kur'an ve Namaz'dan bile zikir olarak söz etmektedir. M. Esat Coşan Efendinin bir sohbetinde belirttiğine göre Kur'anda 200 yakın yerde zikirden söz edilmekte, 80'i aşkın yerde de bizatihi Allah'ın çok anılması emredilmektedir. Bütün bunlar Allahü Tealâ'yı hatırlamanın ne kadar büyük bir önem taşıdığını açıkça ortaya koyuyor. Allah'ı anmak o kadar önemli bir şeydir ki Ankebut suresi 45. ayet-i kerimesinde:

"Allah'ı anmak, elbette en büyük ibadettir." [Ankebut, 45]

buyrulmaktadır. Rasulullah Efendimiz de bir Hadis-i şeriflerinde:

"Size amellerinizin en hayırlısı, en temizi ve derecelerinizi en fazla yükseltenini, yaptığınız altın ve gümüş tasaddukundan daha hayırlı olan bir ameli, hatta düşmanlarınızla karşılaştığınız vakit onların boynunu vurmanızdan veya şehid düşmenizden daha hayırlı bir ibadeti haber vereyim mi? İşte o zikirdir. O halde Allah'ı çok anınız." [İbn-i Hıbbân]

buyurarak zikrin, yani Allah'ın anmanın, Allah yolunda şehid olmaktan bile daha hayırlı bir ibadet olduğunu bizlere haber vermiştir.

Şimdi, sanıyorum, Ehl-i Tasavvufun zikre neden bu kadar büyük önem verdikleri, artık daha iyi anlaşılmış olmalıdır.


# İbadetlerin en kolayı, fakat en kazançlısı...

Zikir, öyle bir ibadettir ki diğer ibadetler gibi bir "zaman" ve "yer" kaydı yoktur. Çeşitli şartları yoktur. Yalnız kalb ve dil ile yapılır. İbadetlerin en kolayıdır. Gece, gündüz, koltukta, yatakta, otobüste, denizde, otururken, yürürken, spor yaparken, kısaca her zaman, her yerde ve her durumda yapılabilir. Fakat efdali, kıbleye karşı oturarak abdestli bir halde zikretmektir. Zikir, kalbî bir meleke kazanma olayı olduğundan esas olan kalbin, Rabbini anmasıdır. Kalb anmadan, dil ile tekrarın fazla bir faydası olmaz. Ancak faydası yok diye dil ile tekrarı da terk etmemelidir. Allah, Allah, Allah... diye yüz kere söylediğnde bir kere bile kalben Rabbini hatırlasa, o azıcık kalbî anmanın bile çok büyük kazancı olur. Ayrıca, radyo ve televizyonlardaki bazı reklam anonsları nasıl tekrarlana tekrarlana kalbimize yerleşiyorsa, sesli zikir sözleri de düzenli olarak sürekli tekrarlandığında zaman içinde aynı şekilde kalbe yerleşir. Zikir, çok kolay, buna karşılık kazancı pek büyük olan ve Allahü Tealâ hazretlerinin gadabına kalkan olan bir ibadettir. Rasulullah Efendimiz:

"Gece ibadet edemeyen, malını hayra sarf edemeyen kimse, Allahı çok ansın!" [Bezzâr]

"Kul, kendini Allah'ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir amel işlememiştir." [Tirmizi, İbni Mâce]

buyurdu.

Daha önceki yazılarımda da zaman zaman belirttiğim gibi, zikrin en üstünü, Lailahe illallah sözünü çok söylemektir. Hadis-i şerifte:

"Zikrin efdali, La ilahe illallah demektir" [Tirmizi]

buyruldu.

Ancak Cenab-ı Hakkın has ismi olan "Allah" ismi celîli ya da diğer isimlerini anarak da zikir yapılabilir. Esas olan Rabbimizi her durumda anmak ve kalbimizi O'nun sevgi ve muhabbetiyle doldurmaktır. Ayet-i kerimede:

"Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın." [Nisa, 103]

buyruldu.

Kalb, her an Rabbini anmalıdır. Kişi, sonunda mutlaka bir gün O'na döneceği yaratıcısından gafil olmamalıdır. Rasulullah Efendimiz, otururken, yatarken veya yürürken Rabbini anmayanın zararda olduğunu, kıyamet günü bu halinden dolayı pişmanlık duyacağını bildirdi. Dünya güzelliklerine dalıp Rabbimizi unutarak sonra pişman olmayalım!...

Allah'a emanet olunuz.

Dr. İsmail Ulukuş