032  İnsanın minnet borcu


Değerli okuyucularım,

Önceki yazımı hatırlayınız... Bu yazımda, insanın, içinde bulunduğu fizikî ve toplumsal çevreye uyumunu sağlayan en önemli mekanizmalardan birinin otomasyon olduğunu söylemiştim. "Otomasyon", tekrarlanan davranışların, tekrarlanan birlikteliklerin, tekrarlanan düşünce ve anıların bir ruhsal kendiliğindene bağlanarak kişi ile çevresi arasında, çoğu zaman hiç farkında olmadığı, bilinç altına itilmiş, ruhsal edinim ve ilintiler durumuna gelmesi demektir. "Otomasyon"; davranış, etkileşim, ilişki ve birlikteliklerde bir meleke kazanma olayıdır. Bu ruhsal edinim ve ilintiler, kalbe, "kalbî yakınlıklar" veya "manevî bağlar" olarak yansır. Tekrarlar arttıkça bu manevî bağlar da güçlenir. Ve bir süre sonra da kalbî "tutkular", "bağımlılıklar" halini alır. Kalbde oluşan bu aşırı sevgi ve tutku, o kişiyi ilgilendiği o şeyin delisi yapar.

Bağımlılık haline gelen bu aşırı kalbî sevgi ve tutkular, eğer Yaratan'ın razı olduğu hayırlı şeylere olursa, kuşkusuz, o kişi için bu büyük bir nimettir. Hem kendisine hem de çevresine hayır ve iyilikler getirir. Ama aksine nefsinin heveslerine konu olan şeylere olursa, bu kez de, hem o kişi için, hem içinde bunlunduğu toplum için büyük bir felaket olur. Nefsin hevasına bağlı birçok zararsız gibi görünen şeyler bile, tutku ve bağımlılık haline geldiği zaman, büyük sıkıntılar yaratmaya başlar. Örnek olarak, bir ailede sürekli bilgisayar oyunu oynayan küçük çocuğun bir "oyun tutkunu", sürekli yüksek sesle müzik dinleyen genç delikanlının bir "müzik tutkunu", sürekli televizyon dizisi izleyen annenin bir "dizi tutkunu", sürekli maç izleyen babanın da bir "maç tutkunu" haline geldiğini düşünün. Bu kişilerin gözü, tutkunu ve bağımlısı oldukları şeylerden başka hiçbir şeyi görmez olur. Delisi oldukları bu şeyler yüzünden birbirleriniı ihmal etmeye başlarlar. Büyük zevk aldıkları için de asla o tutkunu oldukları şeylerden vazgeçemezler. Böylece aile bireyleri, aynı evde yaşadıkları halde, zamanla, birbirinin tamamen yabancısı kişiler haline gelirler. Aile bireyleri arasındaki iletişim, sevgi ve muhabbet yok olur gider.


# Nefsî tutku ve bağımlılıklar, insanın felaketidir

Nefsî arzuların tatmini ve bunların tekrarlanması ile ortaya çıkan kalbî bağlar ve tutkular, çoğu zaman, oluşan kalbî sevginin şiddetine bağlı olarak, yalnız bağımlısı olunan şeyle sınırlı kalmaz. Onunla ilgili diğer şeyleri de kapsar. Meselâ maç delisi bir adam yalnız maçlara değil, o maçlarla ilgi futbol takımlarına, oyunculara, tv programlarına, gazetelerdeki maç yorumlarına ve benzeri şeylere de ilgi ve sevgi duyar. Başka bir deyişle, bir şeye karşı olan ilgi ve sevgi, yalnız o şeyle sınırlı kalmaz; o şeyle ilgili diğer tüm şeylere karşı ilgi ve sevgiyi de beraberinde getirir. Dolayısıyla bu tutku ve bağımlılıklar, yalnız bir nesne ve olguya değil, bir nesne ve olgular topluluğuna olan bağımlılıklardır.

Onun için hastalık haline gelmiş bu nefsî tutku ve bağımlılıklar, çoğu kere, kişinin farkında olmadığı, fakat onun benliğini esir almış, kalbindeki aşırı sevgi nedeniyle de beraberinde getirdiği kötülükleri bir türlü göremediği büyük bir felakettir. Bu durumdaki çoğu kişi, içinde bulunduğu durumun farkında olmadığı için tedavi olmak ihitiyacını da duymazlar.

Böyle "tutku" ve "bağımlılık"lardan kurtulmanın en kestirme yolu, tersini yapmak, yani sürekli tutkunu olduğu şeylerden uzak durmaktır. Tekrarlanan birliktelikler manevî bağların oluşumuna sebep olduğu gibi, sürekli uzak duruşlar da zamanla oluşan bu manevî bağların kopmasına ve bu bağımlılıklardan kurtulmaya sebep olur. Atalarımız, "Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur" demişlerdir.

Fakat bu bağımlılıklardan kurtuluşun asıl anahtarı ise, Allahü Tealâ'yı çok sevmek ve O'nu çok anmaktır. Bu hatırlamalar, zaman içinde, kişiyi, diğer bütün tutkularından uzaklaştırır; onun kalbinde bağımlılık derecesine varan bir Allah sevgisi ve tutkusu oluşturarak diğer bütün tutku ve bağımlılıkları siler atar. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri, "Allah'a muhabbet öyle bir hastalıktır ki, her deva ondadır. Muhabbet yürekte bir ateştir. Gönülde mâsivâ bırakmaz, yakar." buyurdu.


# İnsanın minnet borcu

Gerçekte kişinin kalbine yerleştirmesi gereken en önemli "tutku", "Allah sevgisi" olmalıdır. Bu insanın minnet borcudur. Çünkü onu varlığa getiren O olduğu gibi, tüm ihtiyaçlarını karşılayarak onu ayakta tutan da O'dur. Allahü Tealâ, insanın sahibi, veli-i nimeti ve onun en büyük dostudur. İnsana çeşitli vasıta ve vesilelerle gelen her nimetin gerçek sahibi O'dur.

Yaratan, insanı, yüzbinlerce "biyodüzenek" ile donatmıştır. Her an yüzbinlerce enzim, koenzim, hormon, kimyasal grup taşıyıcıları, elektron taşıyıcıları, çeşitli öncül ve bileşenlerle ona ihtiyaç duyduğu güç ve enerjiyi sağlar; vücudunda onbinlerce biyosentez olayını hiçbir aksama olmadan kusursuzca gerçekleştirerek onu her an sağlık ve afiyet içinde tutar. İnsanı, çeşitli koruma, savunma ve bağışıklık mekanizmaları ile çevresindeki zararlı fungus, bakteri ve viruslara karşı koruyan O'dur. Yüzlerce uyum mekanizması ile, onu, içinde bulunduğu ekolojinin olumsuz şartlarına karşı destekleyen O'dur. Oluşturduğu yüzlerce genetik, somatik, fizyolojik ve psikolojik mekanizmalarla soyunun ve türünün sağlıklı şekilde devamını sağlayan O'dur. Kısaca her an onu ve soyunu; sağlık, afiyet ve esenlik içinde bulunduran O'dur.

Verdiği "akıl" ile içinde bulunduğu durumu, geçmişini ve geleceğini değerlendirmesini, oluşabilecek sıkıntılar için önceden çeşitli önlemler almasını sağlayan; çeşitli planlar ve projeler yaparak hayatını kolaylaştıracak birçok bilgi, bulgu, icad ve olağan üstü yapıtlara imza atmasını sağlayan O'dur.

Bütün bunların da ötesinde sağladığı "din" gibi mükemmel bir eğitim desteğiyle insanı erdemli kılan, onu diğer hiçbir canlıya bahş etmediği ahlâk yüceliğine ulaştıran O'dur.

Bütün bunların, burada sayıp dökülmesi asla mümkün olmayan bu hadsiz hesapsız nimetlerin karşılığında insanın bir minnet borcu yok mudur? İşte onun için, değerli Kardeşim, insanın kalbindeki en büyük sevgi, tutku ve bağlılık; tüm evrenin yaratıcısı, çekip çeviricisi ve insana gelen bütün hayır, iyilik ve nimetlerin gerçek sahibi olan Allahü Tealâ'ya karşı olmalıdr. İnsan, nefsinin önemsiz ve basit heveslerine bağlanıp kalarak Rabbinden gafil olmamalıdır.

Ama ne yazık ki insanların çoğu Rabblerinden ve O'nun kendilerine bahşettiği hadsiz hesapsiz nimetlerden gafil olarak yaşarlar. Kuşkusuz bu gafletin en önemli sebebi; nefsin heva, arzu ve istekleridir. Nefsinin bitip tükenmez arzularına takılıp kalan insan, bu takıntılardan kurtulmadıkça, Rabbinin nimetlerini göremez.

Değerli Kardeşim; işte onun için insan önce Rabbinin yasakladıklarından uzak durup (Riyazet) ve buyurduklarına tabi olarak (Mücahede) nefsini tanımalı ve onu terbiye etmeye çalışmalıdır. Sonra da minnet ve şükran borçlu olduğu Rabbini çok anarak, kalbine Rabbinin muhabbetini yerleştirmelidir. Kişi bir an bile Rabbini aklından çıkarmamalıdır. Unutmamalı ki kişi bir gün muhakkak Rabbi ile yüzleşecek ve kendisine bahşedilen bu nimetleri nerede ve nasıl kullandığı kendisine sorulacaktır. Bundan hiç kimsenin kurtuluşu yoktur. Her şeyi yoktan var etmeye, evren gibi mükemmel bir düzeni kurmaya ve onu her an çekip çevirmeye gücü yetenin, elbette, insanı tekrar yaratıp ondan hesap sormaya da gücü yetecektir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

Ve yine unutmamalı ki, Rabbine yakın olmaya ve veli-i nimetinin muhabbetini kazanmaya ihtiyacı olan aciz insanın kendisidir. Yoksa Allahü Tealâ'nın hiçbir kulunun yakınlığına ihtiyacı yoktur. O zaten her kuluna şah damarından daha yakındır. Ayet-i kerimede:

"And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız." [Kaf, 16]

buyrulmadı mı?..


# Kişi her an Rabbini hatırlamalı

Değerli Kardeşim,

İşte onun için insan sürekli bir zikr (hatırlama) halinde olmalı, her işe başlarken euzü besmele çekerek Rabbini rahman ve rahim sıfatlarıyla; kalbine bir kibir hali geldiği veya kalbinin masiva (Allahü Tealâ’dan gayri şeyler) tarafından işgal edilmeye başladığını hissettiği zaman Lâilâhe illallah diyerek kelime-i tevhit ile; Rabbinin şanının yüceliğini düşündüğü zaman Sübhanallah diyerek kelime-i tenzih ile; eline Rabbinden bir nimet geçtiği zaman Elhamdulillah diyerek kelime-i tahmid ile; Rabbinin ululuğunu düşündüğü zaman Allahü ekber diyerek kelime-i tekbir ile; Rabbinin gücünün her şeye yeteceğini düşündüğü zaman Lâ havle ve lâ kuvvete illa billah diyerek kelime-i temcit ile; Rabbine her hususta güvendiği zaman Hasbinallah ve nimel vekil diyerek; bir günah işlediği veya geçmiş günahlarını hatırladığı zaman Estağfirullah diyerek kelime-i istiğfar ile Rabbini hatırlamalıdır. Hasılı yapılan her iş, karşılaştığı her şey ve her olay, ve içinde bulunduğu her durum, kişiye Rabbini hatırlaması için bir vesile olmalıdır.

Bilhassa, zikrin efdali olan "Lâilâhe illallah" sözünü çok söylemelidir. O kadar çok söylemelidir ki karşıdan gören kendisini mecnun sansın. Hadis-i şerifte:

"Onlar (münafıklar) size deli deyinceye kadar Allah'ı zikredin." [Ramuz'ul Ehadis]

buyruldu.

Zikri, ya kalben veya kendi işitebileceği kadar bir sesle yapmalıdır.

Kişi ancak Rabbinin hatırlanmasını kalbinde artık bir türlü vazgeçemediği bir tutku haline getirdikten sonra Rabbinin gerçek bilgisine ulaşır. İşte "Marifetullah" o zaman tam olarak gerçekleşir. Böylece yeni doğan bir bebek, her an yanı başında olan ve onun bütün ihtiyaçlarını gideren annesini nasıl herkesten daha iyi tanırsa, Ulu Allah'ı ve O'nun nimetlerini çok hatırlayan bir insan da işte Rabbini öyle tanır.

Allah'a emanet olunuz.

Dr. İsmail Ulukuş