Değerli okuyucularım,
Kaç yıl önce idi tam hatırlayamıyorum. Siz deyin otuz, ben diyeyim otuz beş. Herhalde Ziraat Fakültesinin dördüncü veya beşinci sınıflarında idim o günlerde. Bir gün arkadaşlar çıkageldiler. “Yarın, Yüksek İslâm Enstitüsünde Ali Nihat Tarlan Hocanın konferansı varmış, gelir misin?” dediler.
O yıllarda henüz YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) kanunu çıkmamıştı. Şimdiki İlahiyat Fakültelerinin yerinde Yüksek İslâm Enstitüleri vardı. İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü de bunlardan biriydi. İzmir’de Güzelyalı’da, Özel Türk Kolejine yakın bir yerlerde idi.
Sonra YÖK Kanunu çıkınca, bu kanunla bütün fakülte, yüksek okul ve enstitüler, dağınıklık ve kargaşadan kurtulup standart bir yapıya, standart bir kuruluş ve işleyiş şekline kavuştular. YÖK Kanunu ile Yüksek İslâm Enstitüleri de İlahiyat Fakülteleri haline geldi.
İzmir’deki bu fakülte, şimdi hâlâ gene aynı yerde mi, değil mi, hiç bilmiyorum...
Ertesi gün kalktık, gittik konferansa. Ben o güne kadar, ne İzmir’deki Yüksek İslâm Enstitüsünü görmüştüm, ne de adını zaman zaman çeşitli vesilelerle işittiğim Ali Nihat Hocayı.
Konferans salonunda, ortalarda bir yerde, oturacak bir yer bulduk. Konferans salonunun giriş kapısı arkada idi. Bizim koltuklarımız, sol blokta, sol orta koridora yakın bir yerde idi.
Konferansın başlama saatine yakın bir sessizlik oldu. “Hoca geliyor” diye fısıldaşmalar duyuldu. Bütün gözler arkadaki giriş kapısına çevrildi. Bir süre sonra kapıda Hoca belirdi. İki yanında genç iki öğrenci Hocanın koltuklarına girmişler, yürümesine yardımcı oluyorlardı. Ben diyeyim yetmiş, siz deyin seksen yaşında. Ak saçlı, ak tenli, zayıf, nur yüzlü, pir-i fani tonton bir adam.
Allah var ya, değerli okuyucularım, içimden “Bu adamın yürümeye mecali yok, acaba nasıl konferans verecek” diye düşünmekten kendimi alamadım.
Yanlarındaki öğrenciler, diğer bir iki öğrencinin daha yardımıyla, sahnenin merdivenlerinden Hocayı çıkardılar. Kürsüye götürdüler. Oturttular. Sonra bardağına su koyarak Hocayı yalnız bırakıp sahneden aşağıya indiler.
Herkesin gözü ve kulağı kürsüde. Salonda çıt yok. Hoca, mikrofonu kendi ihtiyacına göre ayarladı, bir iki yudum su içti. Sonra oturduğu yerden dirseklerini kürsüye dayadı ve “Aziz Evlâtlarım” diyerek yumuşacık, sevgi ve muhabbet dolu bir ses tonu ile başladı konuşmaya.
Ama ne konuşma değerli okuyucularım, adam konuşmuyor, sanki şiir okuyor. O cılız, zayıf, üflesen sanki uçuverecekmiş gibi duran nazik gövde, salondaki yüzlerce gözün odak noktası... Herkes bir anda sanki gizli bir çekim makinesinin karşı konulamaz cazibesine kapılmış gibi kürsüye odaklanmış. Kimseden çıt çıkmıyor. Hoca o tüy gibi sesiyle konuşuyor, konuşuyor...
Değerli okuyucularım, hayatımda çok konferanslar dinledim, birçok konuşmacının konuşmalarına tanık oldum. Ama Ali Nihat Tarlan Hocanın o konferansından duyduğum manevî lezzeti hiçbirisinden almadım. Allah mekânını cennet eylesin!...
O konuşmada Hoca neler anlattı, nelerden bahsetti, şu anda hiçbirisini hatırlayamıyorum. Zaten bizler o günlerde onun anlattıklarını anlayabilecek kapasitede kişiler de değildik. Bazı şeyleri anlayabilmek için, o konularda bir ön kültürün olması gerekir. Keşke o konferansı şimdi dinlemek imkânın olsa idi. Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan Hoca, şair, edebiyatçı, ve mutasavvıf bir adamdı. Herhalde o konferans tasavvufi bazı konularla ilgili idi. O konferanstan belleğimde kalan tek şey Hoca’nın zaman zaman tekrarladığı “Hayat bir arzudur sevgili evlatlarım, hayat bir arzudur...” sözleridir. Bu sözler, bu konferansın üzerinden 30- 35 yıl geçmesine rağmen, hâlâ, Hocanın ağzından çıktığı şekli ile, terütaze belleğimde duruyor. Ve bu güçsüz, ancak bu yaşa geldikten sonra, bu sözlerin içindeki gerçek anlamı, yeni yeni anlamaya başladım. Hem de berrak bir şekilde...
Değerli okuyucularım
Gerçekten de hayat bir “arzular, istekler yumağı”dır.
Şimdi sizleri tekrar başa, yani düzmece senaryolar içinde sunduğum mutluluk fotoğraflarına götürmek istiyorum. Bunları tekrar hatırlayınız. Hepsinde ortak olan şey neydi? Arzular, arzular, arzular... Hem de bir çoğu zamanında doyurulamadığı için kat kat büyümüş, katlanmış, katmerlenmiş arzu ve istekler!...
Küçük Hasan’ı hatırlayınız. O bir bilgisayara sahip olmak istiyor, arkadaşlarının yaptıklarını yapabilmeyi arzuluyor, fakat bu arzusu bir türlü gerçekleşmiyordu.
Zeynep bebek... Acıkmış, altı kirlenmişti... Süt emmek istiyor, fakat kendisine bakan olmuyordu. Açlığı arttıkça bu arzu ve isteği de şiddetleniyordu. Diğer yandan altı pişik olmuş, bir an önce bu pişiğin verdiği acı ve ıstıraplardan kurtulmak ve rahata kavuşmak istiyordu.
Aslı’yı hatırlayınız. Beklenmedik zamanda başına gelen kazanın olumsuz etkisinden bir an önce kurtulmak ve eski günlerine dönmek istiyordu. Üstelik hiçbir ümidin kalmadığı ve böyle bir isteğin yerine gelmesinin çok imkânsız göründüğü bir zamanda. Fakat o Allah (c.c.)’tan hiç ümidini kesmeden bir an önce eski günlerine, yani birçok kişinin her an yaşayıp da hiç farkında olmadığı, içinde bulundukları durumun kıymetini bilemedikleri, normal bir şekilde yürüyebilme durumuna dönmek istiyordu. Hem de ne kadar büyük bir arzu ile istiyordu bunu...
Asker Mehmet’in durumunu hatırlayınız. Annesini babasını özlemiş, onları görebilmeyi çok arzuluyor, fakat bu arzusu bir türlü mümkün olmuyordu. Her molada yalnız kaldıkça efkarlanıyor, köydeki günlerini hatırlıyor, bu da özlem ve arzularını gittikçe pekiştiriyordu.
Ömer Bey’e gelince: O da haccetmek ve bu vesile ile Peygamberimize kavuşmak gibi manevî bir istek peşinde idi. Fakat çeşitli sebeplerle bu istekleri bir türlü gerçekleşmiyor ve her hac mevsimi gelip hacca gidenleri gördükçe bu özlemleri artıyor, arzu ve istekleri gittikçe şiddetlenip pekişiyordu.
Kısaca hepsinde gittikçe şiddetlenip pekişen, fakat bir türlü doyurulamayan, yerine getirilemediği için de gittikçe derinleşen, büyüyen, kabaran, katlanan, katmerlenen arzular…, arzular…, arzular... vardı.